Canım Burak’ın anısına..
Burak Özgüner tüm ayrımcılık biçimleri ile mücadele eden bir aktivist olarak, hayatının son gününe kadar başta hayvan hakları olmak üzere pek çok hak temelli savunuculuk alanında çalıştı. Burak, kendi özel yaşamında da çevresi ile yatay ilişkiler kuran; insanları, hayvanları, doğayı incitmekten korkan çok güzel kalpli bir insandı ve bu yüzden de vegan, vicdani retçi ve anarşistti.
Burak’ın hayatı 8 yaşındayken ailesi ile birlikte taşındığı İstanbul, Bahçeköy’de şahit olduğu hayvan hakkı ihlalleri sebebi ile tamamen değişti. Burak, bu ihlalleri durdurmak ve Bahçeköy’deki 7-15 yaş arasındaki çocukları bilgilendirmek için Bahçeköy Hayvansever Çocuklar Kulübü’nü kurdu. Bu kulüp, Türkiye’deki çocukların kurduğu hayvan hakları ile ilgili ilk oluşumdu. Kulüp üyeleri toplantılarını Bahçeköy’deki bir söğüt ağacının altında yapıyorlardı. Burak o günleri şöyle anlatacaktı:
“Hayvanlar ile yolum 1995 yılında kesişti. Taşındığımız beldede, Bahçeköy’de sokak hayvanları düzenli olarak katlediliyordu. Okula gidip gelirken birçok hayvanı ya feci koşullarda can çekişirken görüyordum ya da hayvanların cansız bedenleri ile karşılaşıyordum. Manzara, hem hayvanlar açısından, hem de benim açımdan, 8 yaşındaki bir çocuk açısından korkunçtu. İlk haftalar böylesine bir zulme anlam verememiştim, sonraları ise hayvanların acı içinde kıvranarak ölmesinin nedenlerini araştırmaya karar verdim. Konuyu araştırdığımda, bu zulmün, aslında Bahçeköy’ün bir rutini olduğunu, zehirlemelerin belediye tarafından gerçekleştirildiğini öğrendim. Hayvan koruma derneklerini beldeye davet edip belediye ile görüşmeleri ve onlardan bu zulmü durdurmaları için harekete geçmeleri konusunda ricacı oldum, ancak bu, hiçbir şeye yaramadı. Çeşitli derneklerden birçok gönüllü beldeye geldi ama tam bir linç yaşandı. Ahali, beldeye gelen hayvan koruma derneği üyelerinin bazılarını taşladı, belediye başkanı ise derneklerle görüşmek yerine çözümü kaçmakta buldu”
Burak o zamanlardan bahsederken belediyenin hayvanları öldürmesini durdurduklarını ama insanların hayvanları öldürmesini durduramadıklarını, verdikleri bütün uğraşlardan sonra sadece bir avuç hayvanı kurtarabildiklerini anlatmıştı. 15 yaşında Hayvanların Yaşam Haklarını Koruma Derneği’nde gönüllü olarak çalışmaya başlayan Burak, gidişine kadar bu derneğin başkanı olarak çalıştı. Hayvanlara daha fazla yardımcı olabilmek için veteriner teknikerlik okudu. Veteriner olmak istese de 17 yaşında verdiği bir röportajda “Aslında veterinerlik okumayı çok isterim. Ama deney hayvanlarını kaçırmaktan dolayı herhalde beni fakülteden atarlar!” demişti. Hayvanlar üzerinde uygulamalar yapmaya zorlanmamak için veterinerliğe geçiş yapmak istemedi. Burak, okulda hayvanları nasıl daha iyi sömürülebileceklerini öğrettiklerini, hayvanların yararı için öğretilen şeyleri de zaten yıllardır hayvan kurtardığı için bildiğini söylüyordu. Burak, yıllarca hayvanları korumuştu ancak okulda aldığı bir derse kadar hayvan yemeyi bırakmayı düşünmemişti. Hayvan korumacıların bir hayvan türünü kurtarmak için çırpınırken, diğer hayvanları yiyecek, giyecek, eşya olarak görmelerindeki çelişkiyi, o zaman için kendi hayatındaki çelişkiyi fark etmişti. O dönem ile ilgili düşüncelerini şu şekilde anlatacaktı:
“Gündelik yaşamda, birçok sektör ve tesiste insan menfaati için sömürülen, öldürülen ancak hiç sesleri duyulmayan bu hayvanları, ben nasıl 18 yaşıma gelene kadar fark etmemiştim? Ne ailemde, ne etrafımda, ne de aktif olarak gönüllülük yaptığım hareketin içerisinde bir vejetaryen tanıyordum. Ailemde ya da etrafımda vejetaryen olmamasını anlayabiliyorum ama hareketin içinde söylem, eylem üreten insanların hayvanlardan yana değil de sömürüden, zulümden yana saf tutması beni oldukça rahatsız etmişti.”
Burak’ın, 18 yaşında bu durumu fark etmesini sağlayan ders suni tohumlama dersiydi. Burak, hocası ile konuşup bu uygulamayı yapmak istemediğini söylemiş, hocası da onun bu kararına saygı duymuştu. Burak, hocaların tümünün öğrencilerin hayvanlar üzerinde uygulama yapmak istememe kararına saygı duymadığını, bazı öğrencilerin bu uygulamaları yapmaya zorlandığını, yapmayanların akademik kariyerlerine devam edemediklerini, bu yüzden kendisinin şanslı olduğunu söylerdi. Bu uygulamalara zorlanmanın şansa bırakılmayacak kadar önemli olduğunu bilen Burak, yıllarca eğitimde vicdani ret hakkının tanınması için mücadele etti. Burak, et yemeyi bırakmasının hikayesini ve o dersi şöyle anlatacaktı:
“Üniversitedeyken, sunî tohumlama dersinin uygulaması için bir mezbahaya götürüldük, daha önce hiç mezbahaya gitmemiştim. İkinci öğretimler ile birlikte, kırk civarında öğrenci, kapalı kamyon kasasına bindik, araç hayvan taşınan bir kamyon gibiydi, mezbahanın yolunu tuttuk. Mezbahaya gittiğimizde, kesime sevk edilmiş bir inek vardı. Kırk civarında öğrenci, hayvana sunî tohumlama uygulaması yaptı; burun kıskacı ile “zapturapt” altına alınan ve birazdan öldürülecek bir ineğin, sıra ile rektumuna kolunu, vajinasına ise demir bir çubuk soktu. Dersin uygulaması yapıldıktan sonra ise, inek öldürüldü. Mezbahadayken ineğin “sahibi” (?) ile konuştum. Adam, ineğin on sene süt verdiğini, “randımanı” düştüğü için de ineği kestirdiğini anlattı. Bu ilk mezbaha ziyaretimin, tanıklığımın hemen ardından bir daha da et yiyemedim. Hayat bu muydu: “Annenden zorla ayrıl, sürekli süt ver diye ‘sunî tohumlama’ adı altında devamlı tecavüze maruz kal, her doğumdan sonra yavrun elinden zorla alınsın, on sene makineyle her gün sağıl, sütün azalmaya başladığı zaman da hayatın elinden alınsın?”
Burak’ın yaşadığı bu korkunç deneyimin, onun hayvan deneylerine karşı verdiği mücadelede daha kararlı olmasını sağladığını düşünüyorum. 2019 yılında bir süredir birlikte çalıştığı Deneye Hayır Platformu’nun dernekleşme kararı alması ile Deney Hayır Derneği’nin kurucu üyelerinden oldu. Gidişine kadar bu dernekle de çalıştı.
2009 yılında, sambayı politik bir eylem olarak kullanan uluslararası bir ağa dahil anti-otoriter aktivistlerden oluşan Direnişin Ritimleri ekibine katılan Burak, yıllarca eylemlerin gücünü artırmak için Direnişin Ritimleri ile birlikte ritim tuttu. 2010 yılında yoldaşlarıyla birlikte, Türkiye’de bir ilk olarak tüm ayrımcılık biçimleri ile mücadele etmek için Yeryüzüne Özgürlük Derneği’ni (YÖD) kurdu. Derneğin manifestosunun büyük bir kısmı Burak’ın kaleminden çıkmıştı, manifestoda ayrımcılıkların birbiri ile nasıl ilişkili olduğunu çok güzel bir şekilde anlatmıştı:
“Sokağındaki kuytu köşeyi bile bir köpeğe fazla gören göz, muhitindeki transseksüele kinle bakan gözden farklı değildir. Sirkte gördüğü file kahkahalarla gülen ağız, gözüne kestirdiği kadına laf atma hakkını kendinde gören ağızdır da. Kürkü okşarken haz alan el, varoşun “pisliğine” dokunmaktan iğrenen eldir.”
Burak 2011 yılında Balkanlar’ın en büyük mezbahası olarak tanıtılan Tuzla’daki tesisi yurt dışından gelen bir hayvan hakları ekibi ile birlikte ziyaret etti. Bu ziyaretten sonra vegan olmaya karar verdi. Nasıl vegan olduğunu ve o dönem aldığı tepkileri daha sonra şu şekilde anlatacaktı.
“Vegan olmam, hayatımdan hayvan sömürüsü ile elde edilen ‘şey’leri çıkartmam da yine bir mezbaha ziyaretine dayanıyor. Bu mezbaha ziyaretimde nasıl bir “manzara” ile karşılaştığımı merak edenler, Youtube’da ‘Zulme ortak olma’ şeklinde arama yapıp çıkan bir buçuk dakikalık videoyu seyredebilir. Vegan olduktan hemen sonra, bana ikram edilen bir peynirli böreği geri çevirmem üzerine, o zaman gönüllüsü olduğum derneğin başkanı ‘ne o, peynir de mi yemiyorsun artık?’ şeklinde bir söz sarf etmiş, bu tercihimi uzun süre alay konusu etmişti kendince. Ve bu insan, Türkiye’de, mezbaha gerçeğini 90’ların başında ilk kez gündeme getiren bir hayvan korumacı. Bu kişinin verdiği benzer tepkileri, hayvan koruma ve hayvan refahı mücadelesi veren, hayvan haklarını gözetme iddiası bulunan birçok oluşum ve gönüllüden de aldım. Daha birkaç sene öncesine kadar veganlar ve hayvan özgürlüğü aktivistleri, hareket içinde dahi ‘marjinal’, ‘agresif’, ‘radikal’, ‘ekstrem’ insanlar olarak görülüyor ve eleştiriliyordu. Uzun yıllar, hayvan özgürlüğü aktivistleri ile hayvan refahı örgütleri yan yana gelemedi. Hayvan refahı örgütleri, biz hayvan özgürlüğü aktivistlerini ‘kibirli’ olarak tanımlarken, biz ise onları ‘tutarsız’ olarak görüyor, eleştiriyorduk.”
1 Mayıs 2012’de bazı eylemcilerin dükkan camlarını kırması ile ilgili olarak yapılan operasyonda, eylemde sadece davul çalan Burak da gözaltına alındı. 4 gün gözaltında kalan Yeryüzüne Özgürlük Derneği üyeleri ve aktivistler önce terör örgütüne üye olmakla suçlanacak, sonra ortada bir örgüt olmadığı anlaşıldığında dava kamu malına zarar davasına dönecek, 2017 yılında bütün sanıklar beraat edene kadar da sürecekti. 2011 yılında başlayan ve Burak’ın da çok fazla emek verdiği Osman Evcan’a Vegan Yemek Kampanyası, 2012 yılında başarılı olmuş, Hükümlü ve Tutuklular İle Ceza İnfaz Kurumları Personelinin İaşe Yönetmeliği’nde yapılan değişiklik sebebi ile, tutukluların vegan ve vejetaryen yemek hakkı garanti altına alınmıştı. Burak gözaltındayken polislerden vegan yemek istediklerini, ancak polisin yönetmelik değişikliğinden haberi olmadığını, anlatmaya çalıştıklarını ancak anlamadıklarını söylemişti. Polislerin anarşistler ve veganlarla ilk imtihanı, gözaltı sürecinde başlayacaktı. Burak’ın evine yapılan baskında alınan toplantı notlarında yazan “kürk fuarı” polis raporlarına “kürt fuarı” olarak geçecekti. Polisler, Burak’ın annesi Eray Özgüner karakola vegan yemek götürüp, “Oğlum vegan, sizin verdiğiniz yemekleri yiyemez, o yüzden yemek getirdim” dediğinde görevli polisin, amirini arayıp, “Amirim burada vegan hastası varmış annesi yemek getirmiş, vereyim mi?” demesiyle konuya ne kadar uzak olduklarını bir kere daha gösterecekti. Burak’la bu olaya yıllarca gülecek, birbirimize vegan hastası diye hitap etmeye başlayacaktık. Burak gözaltındayken Eray Özgüner’in dil dökmeleri yüzünden polisler, Burak’ı, onun olduğu odaya getirdiklerinde Burak’ın ilk söylediği şey “Anne senin burda ne işin var? Evde kör kedi vardı onu bırakıp niye geldin? Kedi nasıl?” olmuştu. Haksız yere gözaltına alınmış ve yemek yiyememiş olmasına rağmen ilk aklına gelen şey sokakta bulduğu kör kedi olmuştu. İşte Burak tam da böyle biriydi, en zor zamanında bile savunmasız olanları düşünüp onlar için çabalamaya devam eden ve asla yılmayan biri. Bu yüzden, yokluğu kocaman bir boşlukla birlikte bir amaç da bıraktı. Geriye onu bir daha göremeyecek, birlikte gülemeyecek, ağlayamayacak olmanın verdiği kırgınlık ve mücadeleyi daha ileri taşıma inancı kaldı.
2013 yılına geldiğimizde Gezi Parkı direnişinde hayatını kaybeden canlıları anmak ve Cenevre’deki Uluslararası Hayvan Hakları Mahkemesi’ne yapılacak başvuruyu duyurmak için 28 Eylül 2013 tarihinde Gezi Parkı merdivenlerinde yapmak istediğimiz basın açıklamasına polis çok sert müdahale ederek 14 eylemciyi gözaltına aldı. Gözaltına alınanlardan biri de Burak’tı, devlet, tam 6 yıl sonra bu eylem yüzünden Burak’a terör soruşturması açacaktı. Soruşturmada gizlilik kararı olduğu için Burak hayattayken soruşturma dosyasını bile görememişti.
2014 yılında Yeryüzünde Özgürlük Derneği çalışmalarına devam etse de, Burak’la birlikte sadece hayvan hakları alanında çalışacak bir oluşuma ihtiyaç duyduğumuz için Hayvan Hakları İzleme Komitesi’ni (HAKİM) kurmaya karar verdik. Burak, 2011 ve 2014’teki hayvan hakkı ile ilgili yasa görüşmelerini ve sunulan yasa tekliflerini yakından takip etmişti. O dönem yasa koyucular hayvana yönelik şiddetin münferit olduğunu söyleyerek, hayvanlara yönelik şiddet fiillerini suç kapsamına almak istemiyordu. HAKİM olarak, hayvana yönelik şiddetin münferit olmadığını, aksine bu şiddetin çok sistematik, toplumsal bir sorun olduğunu göstermek için tür ayırt etmeksizin hayvan hakkı ihlallerini raporlamaya başladık. Burak 2015’te Kürt halkına yapılan baskının artması ve savaşın tekrar başlaması yüzünden hak ihlali yaşayan hayvanların durumunu raporlamak ve hayvanları beslemek için 2 kere çatışma bölgesini ziyaret etti. Burak, ilk ziyaretinde insanların acılarını değil sadece hayvanların acılarını önemseyen bir şehirli olarak algılanmaktan çekiniyordu. Oysa Burak için öldürülen bir hayvan ile insan arasında fark yoktu. İnsanlar onun içtenliğini gördüler ve acılar arasında ayrım yapmayan güzel bir kalbi olduğu için onu kabul ettiler. Burak döndükten sonra orada tanıştığı ve ilk başta ona tepkili olduğunu düşündüğü bazı kişilerin, ondan sonra besleme yapmaya devam ettiğinden sevinçle bahsetmişti.
Bölgede devletin savaş ve katliam politikası sadece insanları değil hayvanları ve doğayı da yok ediyor. 28 Aralık 2011’de Roboski’de 34 insanın katledilmesi nedeniyle dünya ayağa kalkarken 59 katırın katledilmiş olduğunu kimse yazmadı, konuşmadı. 2015’te savaş yeniden başladığında sayısını bile bilemediğimiz pek çok katır Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) tarafından öldürüldü. Kanın durmadığı bir coğrafyada savaş olmayan zamanlarda insan menfaati için sömürülen bu hayvanlar, savaş zamanlarında ilk gözden çıkarılanlar oluyor bazen sadece insanlara zarar vermek için öldürülüyorlardı. Bu hayvanların maruz kaldığı şiddet Burak’ın çok zoruna gidiyordu. O dönem birçok katırı görev ve yetkisinde olmadığı halde, kanun ve nizama aykırı olduğunu bilerek öldüren ve yaralayan TSK personeli hakkında suç duyurusunda bulunmuştuk, ancak hiçbir sonuç alamadık. Burak, bitmek bilmeyen katır katliamlarından sonra 3 temmuz 2015’te, 2 yoldaşı ile birlikte vicdani reddini açıkladı.
“Çocukluğumuzdan bu yana kutsal, dokunulmaz, eleştirilemez ve koşulsuz biat edilmesi gereken bir varlıkmış gibi öğretilen ama büyüdükçe hiç de öyle olmadığını gördüğümüz devlete de ordusuna da verecek ne canım ne de zamanım var. Kısacası, devlete diyeceğim odur ki: Zorlamayın, dayatmayın! Çünkü zorla insan ikna edilmez! Düşün insanların da hayvanların da doğanın da yakasından… Bir “savaş” vereceksem o da hayvanları ve doğayı daha çok özgürlüğe, kurtuluşa yaklaştırmak için olabilir, bu mücadelede yaşama düşman olan devlet de ordu da benim tarafımda yer almıyor. Dolayısıyla benim, o ya da bu şekilde, bahsettiğim kurumsal otoritelerin bir parçası olmam da mümkün değil.”
Tam da dediği gibi, ölene kadar hayvanları ve doğayı korumak için mücadele etti. Öldürmedi, başkalarının savaşı için ölmedi, kimsenin askeri olmadı, sonuna kadar bir anarşist gibi yaşadı.
Burak vicdani rettini açıkladığı için pek çok kere baskıya maruz bırakıldı. Hesapları bloke edildi, hakkında dava açıldı. Burak ölümünden iki gün önce vicdani ret davası için Konya’daydı. Gazete Duvar’a verdiği bir röportajda yaşadığı hukuksuzlukları şöyle anlatmıştı:
“Davada iddia edildiği gibi ‘bakaya’ değil, vicdanî retçiyim. Hukukî olarak yorumladığımızda, hem ulusal hem de uluslararası mevzuata göre bir hak olan vicdanî ret açıkladığım için cezalandırılmak isteniyorum. Eğitim, çalışma, seyahat, konaklama gibi birçok hakkım ihlâl ediliyor. Son olarak da hesaplarım bloke edildi. Bu davadan beraat kararı alsam bile tekrar ve tekrar yargılanma ve cezalandırılma tehdidi altındayım. Vicdanî ret açıklamak bir suç olarak tanımlanmamış durumda. Ortada bir suç yokken, Anayasa ve taraf olunan uluslararası sözleşmelere aykırı bir şekilde yargılanıyorum. Türkiye’de vicdanî ret hakkı tanınana kadar mücadelemizi sürdüreceğiz.”
Burak, 2014 yılında o dönemin Orman Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu basına verdiği bir demeçte Sarıyer Kısırkaya’da 20 bin köpek kapasiteli bir hayvan “bakımevi” yapılacağını dinlemişti. Bunun üzerine kent, ekoloji hareketleri ve diğer hayvan hakları örgütleri görüştü ve 2015 yılında “Kısırkaya Toplama Kampı Kapatılsın” kampanyasına başladık. Burak bu kampanyanın başarıya ulaşması için elinden ne geliyorsa yaptı. Kısırkaya için açtığımız iptal davasını kazandık. İptal davasını kazandıktan sonra kamuyu zarara uğratan kamu görevlileri hakkında soruşturma açılması için başvuru yaptık, 8 ay sonra soruşturmaya gerek olmadığı cevabını aldık. Yine bu dönemde Pendik, Tepeören’de de Kısırkaya benzeri bir tesisin yapılacağının duyumunu aldık, henüz inşaat başlamadığı için bu tesisin inşa edilmesini önleyebildik.
Kısırkaya Toplama Kampı tam bir tecrit merkezi olarak inşaa edilmişti, yapılmak istenen İstanbul’da sokakta yaşayan hayvanları bu tesise kapatmaktı. Bunun için İBB ilçe belediyeler ile imzaladığı protokolle ilçe belediyelerin topladığı hayvanları Kısırkaya’ya almayı kabul etti. Bu protokol büyük tesislerde hayvan öğütme süreçlerinin ilçe belediyelerle ortak çalışarak sistematik bir hale getirilmesi amacını taşıyordu. Kısırkaya Toplama Kampına karşı kampanya ile, hayvan hakları mücadelesi, ilk kez bu kadar güçlü biçimde kent hareketlerinin ve ekoloji örgütlerinin gündeminde yer etti. Bu anlamda, hem hayvan hakları hareketi, hem kent muhalefeti açısından bir milad oldu. Kısırkaya’dan sonra kent, hayvan ve ekoloji örgütlerinin ortak mücadelesini daha örgütlü bir hale gelmeye başladı.
Bu kampanya ile İBB’nin sokakları hayvansızlaştırma, sokak hayvanlarına yönelik tecrit ve sürgün politikası teşhir edilmiş oldu. Yalnızca Kısırkaya ve Pendik-Tepeören’deki devasa barınaklar değil, ilçe belediyeleri yetkisindeki küçük barınaklarda yaşanan hayvan hakkı ihlalleri de teşhir edilmiş oldu, bu ihlallere karşı kamuoyu oluşturulmuş oldu. Eylemin, birçok basın mecrasında haber olması, hayvan hakkı tartışmasının ve kısırkaya hayvan toplama kampının ana akım medyada da sıkça yer bulan bir tartışma haline gelmesi bu tesis hala faal olsa da kampanyanın büyük kazanımlarından biriydi.
Burak, “Ermenilerin Gezisi” olarak adlandırılan Kamp Armen direnişinin de örgütleyicileri arasında yer aldı. 2015 yılının Nisan ayında başlayan örgütlenme çalışması, 6 Mayıs 2015 günü Kamp Armen Ermeni yetimhanesine ait araziye yıkım ekiplerinin girmesiyle başlamış oldu. Hrant Dink’in de çocukluğunun bir kısmını geçirdiği, Türkiye’de yaşayan Ermeni halkı ile ortak tarih ve kültürümüz açısından önemli bir hafıza mekânı olan Kamp Armen Yetimhanesinin tapusu 175 gün süren direnişin ardından Ermeni halkına iade edildi. Bu 175 gün boyunca Burak, Kamp Armen’de direniş alanında da günlerce bulundu. Direnişi örgütleyen Nor Zartonk ve diğer Ermeni hak örgütleriyle yoğun bir faaliyet sürdürdü. Aralarında Yeryüzüne Özgürlük Derneği, Dört Ayaklı Şehir gibi diğer hayvan hakları oluşumlarıyla birlikte, hayvan haklarının kentteki ortak tarih, kültür ve ortak adalet mücadelelerinden bağımsız olamayacağını bir kez daha savunmuş oldu. Hayvan hakları mücadelesini, Kamp Armen direnişine destek veren, Ermeni soykırımına ve Ermeni kimliğini inkâr siyasetini sürdüren politikalara karşı mücadele veren omuzdaşlarla, Tuzla Tersanesindeki iş cinayetlerine karşı örgütlenmelerle, Tuzla Limanındaki marinalaştırılmasına ve kentsel dönüşüme karşı mücadele veren dayanışmalarla bir araya getirmiş oldu.
2016 yılında yaptığımız hayvan hakkı ihlallerini raporlamak bende ve Burak’ta çok fazla travmaya sebep oldu. Raporlama çalışması ve bölgede şahit olduğu zulüm ve işkencenin yarattığı ikincil travmalar yüzünden Burak uzunca bir süre kendini toparlayamadı. 2017 yılında raporlama çalışmasına, çalışmanın büyük bir bölümünü bitirmemize rağmen devam edemedik. Raporlar bizde büyük bir umutsuzluğa sebep olmuştu, özellikle darbe girişiminden sonra gittikçe artan toplumsal baskı ve şiddetin yarattığı cinnet ortamında yine en savunmasız olan hayvanlar hedef alınıyordu. Toplumsal şiddet arttıkça, hayvana yönelik şiddet artıyor, haberlerde daha önce duymadığımız işkence yöntemleri ile öldürülen hayvanlar görüyorduk.
2017 yılında dayanışma ağımızı genişletmek için Avrupa’daki birkaç dernekle görüşmeler yaptık ve Uluslararası Hayvan Hakları Buluşması’na (IARG) katıldık. Bir haftalık ziyaretlerimiz boyunca Türkiye’de yaşanan ihlalleri anlattık ve diğer ülkelerdeki durumu dinledik. Burak, ziyaretlerimizden sonra Bianet’te yayınlanan “Türkiye’de Hayvan Hakları Yok Da Avrupa’da Var Mı?” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“Avrupa’da hayvan hakları yok, Türkiye’de de yok, dünyadaki ‘süper güç’ olarak adlandırılan devletler ise bırakın hayvan haklarını tartışmayı, iklim değişikliğini geciktirmek için bile harekete geçemeyecek kadar aciz durumda ve doğa düşmanı pozisyonda. Felakete sürüklenirken el el üstünde bekleyecek miyiz? Devletlerin değişmesini beklemek yerine biz neden değişmiyoruz?
(…) Ben değişsem ne olur ki” diye düşünerek harekete geçmiyorsak bu ülkenin de dünyanın da değişmeyeceği, değişemeyeceği ortada. Bazen adaletsizliğe, zulme karşı hiçbir şey yapamadığımız hissine, çaresizliğine kapılabiliyoruz. Önce kendimizi değiştirelim, sonra bizimle aynı düşünen, aynı dertlere sahip olan insanlarla bir araya gelip hayvanlar için, kendimiz için, toplum için birlikte neler yapabileceğimizi görelim. Harekete geçmek, hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir. Değişimi kendinizde başlatarak, durduğunuz yerden bile dünyayı değiştirebileceğinizi unutmayın.”
Burak’ın da dediği gibi devletler değişmiyordu, biz değişmeliydik. Daha adil bir dünya için değişmeliydik. Kendimizi bile değiştiremiyorsak dünyanın değişmesini beklemek aptalca değil miydi? Bu değişime inanan insanlar olarak, değişime katkı sunmak için, Burak’ın da içinde olduğu bir ekiple Çocuklar için Türcülük Atölye Modeli’ni geliştirdik ve açık kaynak olarak yayınladık. 2018 yılında Burak ile birlikte Fransa’daki kardeş derneğimiz ALARM ile yetişkinler için türcülük atölye modeli oluşturup yine açık kaynak olarak yayımladık.
Burak, yıllardır çıkmasını beklediğimiz hayvan hakları yasası için baskı oluşturmak istiyordu. 2011 ve 2014’teki yasa görüşmelerinde hayvan hakkı savunucuların birlik olamamasının, ortak talepler belirleyememesinin mücadeleyi çok zor bir duruma soktuğunu söylüyordu bu yüzden hayvanlar için en azından müşterekte buluşabileceğimize inanan biri olarak 350’ye yakın sivil toplum kuruluşu ve yurttaş inisiyatifin bir araya gelerek kurduğu Hayvan Hakları Yasama İzleme Delegasyonu’nun kurulması için çok fazla emek harcadı. Delegasyon, ortak talepler oluşturarak meclis çalışmalarına güçlü bir şekilde başladı.
Şubat 2019’a geldiğimizde Burak’ın uzun zamandır kurulması için direttiği Meclis Hayvan Hakları Araştırma Komisyonu kuruldu. Burak komisyon çalışmalarını sürdürürken insanüstü bir çaba sarf etti, bu dönemde vaktinin büyük çoğunluğunu, toplantılara alınmasa bile, mecliste geçirdiğine dostları ve yoldaşları olarak şahidiz. Komisyonun tavsiye niteliğindeki raporu Ekim 2019’da yayımlandı. Raporu okurken bazı yerlerde direk Burak’ın cümlelerini görmek mümkün. Eğer onun diline hakimseniz rapora sunduğu güzel katkıları hemen fark edebilirsiniz. Raporda Delegasyonun ortak taleplerinin bir çoğuna yer verilmiş olmasında Burak’ın etkisi yadsınamayacak kadar fazlaydı.
Burak’ gittikten sonra en büyük korkumuz yaptığı işlerin yarım kalmasıydı; bunun sadece Burak’ı tanıyanların değil, hayvan hakları için mücadele eden pek çok kişinin de korkusu olduğunu Burak gittikten sonra bize gelen dayanışma mesajları ile anladık. Kimse onun yıllardır verdiği emeklerin boşa gitmesini istemiyordu. Bu yüzden Burak’tan sonra büyük bir dayanışma içinde ondan kalan işleri tamamlamaya çalıştık, hala çalışıyoruz.
Bu yazıda Burak’ın yaptıklarını ve mücadelesini anlatmaya çalıştım. Bir yazıda bütün bir ömre sığan mücadelesini anlatmak mümkün değildi; eksik kalan birçok şey var, ancak bu kadarı bile onun mücadele azmini göstermeye yeterli. Umudumuz Burak’ın ve azminin hepimize ilham olması.
Son olarak Burakcım, dediğin gibi durduğumuz yerden dünyayı değiştirmeye devam edeceğiz, “reddedişimiz, neşemiz, öfkemiz ile”… Buradayız, gitmiyoruz canım arkadaşım.
Tatlı gülüşün pek yaraştığı canım Burak. Seninle mücadele etmek bir ayrıcalıktı, dostun olmak ise büyük bir şans..
Ah ne güzel ne güzel seni sevmek ah ne güzel ne güzel…
Yazan: Fatma Biltekin
Yazıyı yazarken birlikte verdiğimiz mücadeleler ile ilgili eklemeler ve hatırlatmalar yapan canım arkadaşlarım Mine Yıldırım ve Onur Akgül’e çok teşekkürler.