Burak Özgüner’in anısına: Belleksizleşirken hayvanlar

Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz hayvan ve insan hakları aktivisti, vicdani retçi ve LGBTİ+ hakları savunucusu Burak Özgüner’i Kaos GL dergisinin yeni çıkan “Bellek” sayısında yayınlanan yazısıyla anıyoruz. Arkadaşlarına, ailesine ve sevenlerine baş sağlığı dileriz.

YAZIYI DİNLE

Bu yazıyı Aslı Alpar, Burak Özgüner Podcast kanalı için seslendirdi.
Dinlemek için buraya tıklayın.

Yazı: Burak Özgüner | KaosGL | 12 Kasım 2019

Hayırsızada, erken Cumhuriyet dönemi, yakın Cumhuriyet dönemi, günümüz, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Türkiye Hayvanları Koruma Derneği, yerel yönetimler, Anadolu, İskenderun, Trakya, belediye “bakımevleri”, sokaklar, Gülhane, Sulukule, Tokludede, Habitat II, Kısırkaya…

Son yıllarda bunlar üzerine çokça tartışılmaya başlandı: Mekân, hafıza, toplumsal bellek… Günden güne bireysel olarak belleksizleşirken bu durum, iyice genelleşmeye, toplumsallaşmaya başlıyor: Belleksizleştirilme… Toplumsal belleksizleşme, bizlerden, toplumumuzun kırılma noktalarını, savaşları, kendi deneyimimiz olmasa da en az bizim deneyimlerimiz kadar önemli olan başkalarının deneyimlerini de hafızalarımızdan siliyor büyük bir hızla. Tekil ya da çoğul, bireysel ya da toplumsal, belleksizleşme ya da belleksizleştirme, etkileşim içinde olduğumuz başkalarıyla olan iletişimimizi, ilişkimizi de etkilemiyor mu?

İlk paragrafta birer başlıktan ibaret olan kelimeler, belleksizleşme üzerine düşünürken aklıma gelen çağrışımlardı… Çocukken sokakla olan ilişkim, sokağın bendeki yeri, bugün hayatımda belirgin bir yeri olan hayvan hakları mücadelesine başlamamın ana sebeplerinden bir tanesi. Zaman zaman bana olumsuz etkileri olsa da bunu söylemeliyim: İyi ki de sokaktan hiç kopmamışım ve kopmuyorum. İlkokuldayken sokakta her gün karşılaştığım ama herhangi bir etkileşimimin olmadığı hayvanlara yaşatılanlar, beni onların hakları için mücadele vermeye itti… Sokakların yanında belleklerimizin de hayvansızlaştırılmak istendiğine 1995 yılında tanık oldum. Sokak hayvanları yok ediliyordu; öyle bir hızla yok ediliyorlardı ki insanın, o hayvanlar ile iletişim, ilişki kurabilmesi için hayvanlara karşı özel bir ilgisinin, duyarlılığının olması gerekiyordu. O ilgi veya duyarlılık da insanlara, bir bilgisayar programı gibi yüklenmediğinden hayvanların, belleklerimizde yer etmesi her zaman zor oldu ve oluyor.

Özellikle İstanbul’a baktığımızda, sokakların Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren hayvansızlaştırılmak istendiğini görüyoruz. Benim, bir sokak köpeği soykırımı olarak tanımladığım ve 80.000 İstanbullu sokak köpeğinin kıyımı ile sonuçlanan 1910 Hayırsızada Sürgünü’ndeki devlet politikasının hâlâ sürdüğünü rahatlıkla görebiliyoruz.

Sokak köpeklerinin Hayırsızada’ya tehcirinden hiçbir utanma belirtisi göstermeyen devlet, erken Cumhuriyet döneminde de yakın Cumhuriyet döneminde de imha politikalarına devam etti. Üstelik bir hayvan koruma derneğinin desteği ile… Sokak hayvanlarının öldürülmesi, hem İstanbul Belediyesi’nin hem de Türkiye Hayvanları Koruma Derneği’nin raporlarında birer faaliyet kalemi olarak yer alıyordu. Belediye de dernek de yılda kaç kedi ve köpeği vurarak ya da gaz odalarında öldürdüğünü, büyük bir faaliyet olarak topluma duyuruyordu. Katliamın el ele, resmen nasıl gerçekleştirildiği arşivlerde hâlâ kayıtlı… 2004’te Hayvanları Koruma Kanunu’nun yasalaşması ile hayvanları öldürmek yasaklansa da bugün hâlâ belediyeler, bazen gizli bir şekilde, bazen de ulu orta sokak hayvanlarını öldürmeye devam ediyor.

1996’da İstanbul’da gerçekleştirilen “Habitat II” Konferansı ise yoğun sokak hayvanı katliamlarının yaşandığı bir yıl olarak anılır. Sadece sokak hayvanları değil, sokak çocukları da ortadan kaldırılmıştır. Katliamın boyutları o denli büyüktür ki bir hayvan korumacı o günleri şöyle anlatır: “O dönem reklam ajansım vardı. İşe giderken yollar kedi ve köpek ölüsünden geçilmiyordu. Ajansımın sokağına girdiğimde hayvan cesetlerine basmamak için çok çabaladım.”

Yıl 1998. Ömrümün sonuna kadar unutamayacağım bir görüntü: İskenderun’da bir çöp kamyonunun presi kapanırken bir çift göz… Aradan 20’den fazla sene geçti. Anadolu’da hâlâ benzer manzaralar ile karşılaşıyoruz. Ve bu o kadar yaygın bir “uygulama” ki…

Bugün İstanbul’un ormanlık alanları, belediyeler tarafından tam anlamı ile bir sokak köpeği havzasına dönüştürülmüş durumda… İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) başı çektiği ve ilçe belediyelerinin de meşru olmayan uygulamaları ile toplumla sosyalleşmiş sokak köpekleri insan desteği olmadan asla yaşayamayacakları ıssız alanlara sürgün ediliyor. Sokak hayvanları, kamusal alanın ve kanunun dışına itiliyor ve ne yazık ki bu politika sürerken o hayvanları sokaklarımıza, mahallelerimize geri getirmek; getirmeyi geçtim, bulmak çok zor! Yani yönetim şekli ülke için değişse bile Hayırsızada’daki devlet zihniyeti hâlâ diri ve devlet politikaları bu zihniyet ile şekilleniyor. Hukuk dışı uygulamaların hiçbirisinin hesabını soramıyoruz çünkü failler, devlet koruması altında…

Aynı durum, Anadolu ve Trakya’daki çöp toplama alanları, maden ocakları, otoyol kenarları ve ormanlarda da mevcut.  

Tüm bunlar olup biterken, bir de başımıza, daha doğrusu hayvanların başına devasa toplama kampları belası sarıverildi… Dönemin İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın ana akım medya organları aracılığıyla “müjdelediği” ve 20.000 hayvan kapasitesi ile övündüğü Kısırkaya Toplama Kampı, her türlü toplumsal muhalefete rağmen açıldı. İdarî yargının “iptal” kararına ve Danıştay’ın da onama kararına rağmen… İBB Başkanlığı’na seçilen Ekrem İmamoğlu döneminde de Kısırkaya’daki hukuksuz uygulamalar devam ediyor. Eyüp’ten toplanarak Kısırkaya’ya kapatılan yüzlerce köpek, zamana yayılarak esaret hayatı yaşatılarak öldürüldü; 1000’den fazla köpek ise “mahallelerine geri bıraktık” söylemiyle kaybedildi, köpeklerden hiçbir haber alınamıyor…

Belleksizleştirme denildiğinde aklıma gelen bir başka mekân ise Gülhane… Osmanlı’da “arslanhane” olarak anılan, yabanî hayvanların tutulduğu bir yer olan Gülhane, erken Cumhuriyet döneminde İstanbul’a gelip engelli ya da hasta yaban hayvanlarını kente terk edip kaçan hayvanlı sirklerdeki hayvanları barındırmak için hayvanat bahçesi olarak faaliyete başlamış. 2001 yılına gelindiğinde ise, senelerce hayvan hapishanesi olarak kullanılan Gülhane Hayvanat Bahçesi kapatılıyor ve buradaki en az 1.162 tutsak hayvanın çoğu öldürülüyor, bir kısmı ise Ankara Orman Çiftliği’ne (AOÇ) gönderiliyor. AOÇ’ye nakledilen, Gülhane’de yıllarca tutsak edilmiş hayvanların kayıtları tutulmadığından, AOÇ kapatıldıktan sonra bu hayvanlarının kaçının öldüğü, öldürüldüğü ve satıldığı bilinmiyor. Ama dönemin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in, hayvan hapishanesindeki bazı hayvanlara değer biçtiğini ve bu tutsak hayvanları satışa çıkardığını hatırlıyorum. Yıllar boyunca halka teşhir edilen, o şehirden bu şehre sürülen hayvanlara tam olarak ne olduğunu kimse bilmiyor.

İstanbul’un göbeğindeki Gülhane örneğinde olduğu gibi kentsel dönüşüm politikalarının birincil mağdurlarından birinin yine sokak hayvanları olduğunu deneyimledik. İnsanların sürgün edildiği Tokludede’den kediler, Sulukule’den de köpekler de yerlerinden edildi. Benzer bir “kaderi”, coğrafyamızdaki 2015 yılında süren savaşta gördük: Sur’da yüzlerce hayvan, zorunlu göçe tâbi tutuldu. İnsanların neler yaşadığını, insanlara neler yaşatıldığını birebir gözlemleyebildik ama hayvanlara neler yaşatıldığı çok gündeme gelemedi. Sur’da hâlâ sokak hayvanları, harap edilmiş mahallelerde yaşam mücadelesi veriyor, o mücadele, Diyarbakırlı hayvan koruma gönüllülerinin desteğiyle sürüyor. Peki ya insanlar? Suları, elektrikleri dahi kesilip zorla Sur’dan gönderilen aileler? Sur’da büyük bir belleksizleştirmeyi “beton blok”larda görüyoruz, yıkıma uğratılan mahalleler, hâlâ beton bloklar ile gizlenmeye çalışılıyor…

Hiçbir belleksizleşme, bir diğerinden daha değersiz değil. Önemli olan, bence, arada bir hiyerarşik ilişki kurmamak…

Yine bir anımdan bahsederek yazımı bitirmek istiyorum. 7 sene önceki Trans Onur Yürüşü’ne bir pankart ile katılmıştık. Pankartta şu cümle yazıyordu: “Sokağındaki kuytu köşeyi bile köpeğe fazla gören göz, muhidindeki transseksüele kin ile bakan gözdür”. Bu pankart, o dönem, birlikte mücadele verdiğimiz bazı trans arkadaşlarımız tarafından tepki ile karşılansa da ben hâlâ o pankartın değerli olduğunu düşünüyorum. Daha sonra o pankartı, 2010’da kurduğumuz Yeryüzüne Özgürlük Derneği’nin manifestosu ile doldurduğumuzda, trans arkadaşlarımız da ne demek istediğimizi anlamışlardı ve bize hak vermişlerdi. Başına aynı ya da benzer şeyler gelmiş, getirilmiş insanın haricindeki bir hayvan ile insan arasında ne gibi bir fark var ki, olabilir ki?

Bu pankarttan sonra, yine sokaklarda karşılaştığım başka bir arkadaşım bana Cihangir’de, Ülker Sokak’ta, devletin ve halkın translara yönelik gerçekleştirdiği bilumum hak ihlâlinden bahsetmişti. Ve ne kadar da benziyordu her şey birbirine… İyi ki o arkadaşımla karşılaşmışım, iyi ki trans hareketle birlikte hareket etmişim. Birbirimizi güçlendirdik, mücadelemize güç verdik!

burak-ozguner-in-anisina-belleksizlesirken-hayvanlar-1

Yeryüzüne Özgürlük Manifestomuz’dan:

İnsanın kendini hayvandan üstün görmesi demek; tamamen “damak zevki” için hayvana akıl almaz acılarla dolu kısa bir hayatı ve aynı korkunçlukta bir ölümü reva görmek; kendini cazip göstermek uğruna onların canlı canlı postlarını yüzmek; eğlence uğruna onları yıllar boyu süren tutsaklık, işkence ve türlü yoksunluğa maruz bırakmak; sırf zevkleri ve yalnızlıkları tatmin etmek uğruna evlere, kafeslere hapsetmek; faydası şüpheli olanlardan da öte gereksizlikleri tamamen ortada olan, her anı ve tarafı acı ile bulandırılmış “bilimsel” deneylere tâbi tutmak; “spor” ya da popülasyon kontrolü adı altında can almayı meşru kılmak; kendi yapamayacağı ağır işleri yaptırmak uğruna zorla çalıştırmak ve öldürene kadar sömürmek, ölümden sonra bile tüyünden, tırnağına kadar paraya dönüştürmek; hayvanı süs eşyası ve ticari mal statüsüne indirgeyip yerinden koparılması, alınıp satılması ve tüm bu süreç içerisinde yaşam koşullarının dâhi dikkate alınmaması; insanın bencilliği ve tahammülsüzlüğü nedeniyle hayvanların her gün yaşadığı rutin şiddet ve bunun çözümü olarak görülen barınak mahkûmiyetleri, rehabilite etme kandırmacası altında kısırlaştırılmaları, yani soykırıma uğratılmaları ve asla yaşamlarını sürdüremeyecekleri yerlere sürgüne gönderilmeleri; yine insana hizmet etmekten öte bir sonucu olmayan hayvan refahı fikri ve yasaları ve de sorumluluğunu almak istemediği hayvanları ötanazi kılıfı altında öldürmek demektir. Tüm bu temel hak ihlâlleri, insanın, kendi türü de dahil olmak üzere ötekileştirdiği ve kendini üstün tuttuğu diğerlerinin yaşam alanlarını pervasızca işgaliyle başabaş gider.

Bütün bunlar, insanın kendisinin toplumsal hayatta maruz kaldığı şiddet ve tahakküm türlerinden ayrı düşünülemez. Sokağındaki kuytu köşeyi bile bir köpeğe fazla gören göz, muhitindeki transseksüele kinle bakan gözden farklı değildir. Sirkte gördüğü file kahkahalarla gülen ağız, gözüne kestirdiği kadına laf atma hakkını kendinde gören ağızdır da. Kürkü okşarken haz alan el, varoşun “pisliğine” dokunmaktan iğrenen eldir. Belli bir tahakkümü temel alarak toplum hayatına etki eden sistemlerin değer yargıları ve insanlara verdiği sıfatlar (suçlu, namussuz, hasta, ahlâksız, mantıksız, deli, çirkin vb.) bu nedenle sorguya açık olmalıdır.

Toplumsal alanda şiddet, baskı ve zulüm insanlık tarihinde varlığını hep korumuştur. Yaşadığımız zaman içerisinde tanık olduğumuz haksızlıklar, bu tarihin getirdiği izleri ve güçlendirdiği formları taşımakla beraber, şu anki döneme özgü şekillerde ve yapılarda da vuku bulmaktadır. Patriyarki, milliyetçilik, ırkçılık ve homofobi, etkilerini gün be gün göstermekte ve hissettirmektedir. Dil, din, ırk, cinsiyet ve cinsel yönelim farklılıkları nedeniyle yapılan ayrımcılık çok çeşitli ve kompleks şekillerde karşımıza çıkmaktadır. İnsanlık tarihi, ötekileştirilenlerin cinayetleriyle, toplu idamlarla, imhalarla doludur. Mesela, bir kadının salt kadınlık durumundan dolayı cinsel şiddete uğraması ile bir eşcinselin yol ortasında kaybedilmesi, aynı erkek egemen düzenin yarattığı seksist ve heteroseksist zihniyetin ürünlerinden sadece bir örnektir.

Show CommentsClose Comments

Leave a comment