Tepkim sanata ya da bienale değil, buradaki kurumsal şiddete…
Yazı: Burak Özgüner | Bianet | 4 Kasım 2017
15. İstanbul Bienali, bir hafta sonra “nihayet” sona eriyor. Bienalde bu sene, bir eşek, “sanat” adı altında çalıştırıldı, sömürüldü ve sergi malzemesi muamelesi gördü, teşhir edildi. Bir başka “sanatçı” ise, fildişlerini kullanarak bir heykel oluşturdu. Tüm bu işler yetmemiş gibi, bir başkası da asıl yaşamaları gereken yer bambaşka bir ortam olan kurtçukları, içi strafor dolu şeffaf bir materyalin içine hapsetti, onların ölümünü insanlara izletti. Tüm bunlar, “sanat” adı altında İstanbul Bienali’nde yer buldu. Bu gidişle, hukuk literatürüne “savaş suçu”ndan sonra, “sanat suçu”nun ekleneceği günlere teşneyiz.
Dört Ayaklı Şehir topluluğundan arkadaşlarımız, bienal kapsamında yer bulan cinayet ve sömürü içeren bazı işleri sosyal medyada teşhir etmişti. Bunun ardından Dört Ayaklı Şehir ile birlikte bienale ev sahipliği yapan İstanbul Modern’e giderek, bu işleri ve sanatçıları bir kez de bienalde teşhir edip protesto ettik. Bienali her sene organize eden İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), konuyla ilgili çeşitli açıklamalar yaptı ancak ben kendilerinin büyük bir şuursuzluk içerisinde olduğunu düşünüyorum. Şuursuzluklarına bir de pişkinlik ekleyerek hassasiyetlerimizi anladıklarını iddia ettiler. Biz bu cümleyi Türkiye’de çok duyarız ve bu cümle, topluma, doğaya karşı yapılan büyük ayıplardan hemen sonra bürokratlar, yöneticiler, şirket CEO’ları tarafından dillendirilir ve neticede de hiçbir şey yapılmaz, sorun çözülmez. Tamamen beylik olan bu cümlenin sarf edilmesini, ben “hiçbir hassasiyetiniz umrumuzda değil” şeklinde okuyorum. Bomboş bir cümle…
Günler süren tartışmalar, basında yer bulan haberler, sosyal medya çalkantıları, sanat camiasından gelen eleştiriler, İKSV tarafından zerre kadar umursanmamış ki kaldırılmasını talep ettiğimiz işler sergilenmeye devam edildi. Bu tavır ile İKSV, günümüzde hızla gelişen çevre hakkı gibi üçüncü kuşak haklara kulaklarını tıkayan, hak savunucularının ve sanat camiasının eleştirilerini umursamayan demode ve kurumsal olarak itibarını yitirmiş bir kuruluş olarak hafızamıza kazındı.
Bienal ekibi de “Boncuk” adını verdiği eşeğin sözde güncesini yayınlayarak, bienale karşı sürdürülen etik tartışmasını sulandırarak mevzuyu başka bir yere çekmeye çalıştı. Sömürülen eşeğe iyi bakıldığı iddiası, eşeğin veteriner gözetiminde sömürüldüğü beyanları iyice midemizin bulanmasına neden oldu. Nasıl ki işkencenin insanîsi olamazsa sömürünün de insanîsinin olamayacağını düşünüyorum. Bienal ekibine göre ise, “insanî” sömürü mümkün!
Sanat eserinde bebek kafası, martı gövdesi, tavşan gözleri…
Dört Ayaklı Şehir’den Başak Deniz Özdoğan, bienalde hayvan sömürüsü ve teşhirinden ibaret olan “Zemin/Ground” adlı işin sahibi Xiao Yu’nun geçmişte de hayvan ve insan cesedi içeren bir iş ile gündeme geldiğini söylediğinde bayağı şaşırmıştım. Niye şaşırıyorsam… Başak’ın anlattığı işi araştırdığımda, bunun gerçek olduğunu gördüm.
Yu’nun insan cenininden koparılmış bir kafa, bir martının gövdesi ve bir tavşanın sökülmüş gözlerinden oluşan “Ruan” adlı işine denk geldim. Lynn M. Morgan’ın bir kitabında, Bern Sanat Müzesi’ndeki bir sergide, Yu’nun “Ruan” adlı işinin sergilendiğini ve işe dair gelen farklı eleştiriler sonucunda da işin, sergiden çekildiği yazılı (Icons of Life: A Cultural History of Human Embryos; s. 244). O sergide yer bulan işe gelen haklı-haksız eleştirileri buraya taşımayacağım, kendi eleştirimi getireceğim.
Ben ölüm yerine, yaşamı yücelten, kutsal gören biriyim. Cesetlere anlam yükleyen birisi de değilim; getireceğim eleştiri sadece eşitlik üzerinden olacak. Benim bedenim ya da cesedim üzerinde, benim rızam ya da yazılı beyanım dışında nasıl herhangi bir tasarrufta bulunulamıyor ise başkalarının beden ve cesetleri üzerinde de tasarrufta bulunulamayacağını düşünüyorum. Yu’nun hem İstanbul Bienali’ndeki “Ground/Zemin” işi hem de Bern Sanat Müzesi’nde sergilenen “Ruan” işi, bana göre aynı zamanda bir güç gösterisinin, tahakkümün temsili…
“Sanatçı”, imkân bulsa benim bedenim üzerimde de hak iddia edebilir mi?
Yu ve bienal ekibine göre bu işler, sanat kapsamında değerlendirilebilir ancak fırsatları olsa benim bedenim ya da cesedim üzerinde de bir takım tasarruflarda bulunarak ortaya bir iş çıkartma ve bu işin bienallerde yer bulması gibi bir düşünceleri olabilir mi acaba?
Böyle bir eğilimleri olup olmadığını gerçekten merak ediyorum. Tabii ki benim bedenim üzerinde böyle bir hak iddia edemezler, tasarrufta bulunmaya yeltenemezler çünkü herhangi bir yaptırımla karşılaşmaktan korkup böyle bir eğilimleri varsa bile kendilerini dizginlerler. Peki benden hiçbir farkı olmayan, bizlerden iletişim yöntemi açısından ayrılan diğer hayvanlar üzerinde nasıl bu kadar kolay hak iddia edebiliyorlar?
Bence bunu yapabilmek için kendilerince bir hiyerarşi kuruyorlar; kullandıkları, sömürdükleri, bedenlerini parçaladıkları hayvanların haklarını arayamayacağını, devletlerin de kendileri ile aynı düşüncede olduğunu bildikleri için büyük bir gönül rahatlığıyla sömürü, cinayet, zulüm kokan işleri yaratıp bienallerde sergiletebiliyorlar, sergilenmesine izin verebiliyorlar. Eleştirdikleri sistemin karakterlerine kendileri bürünerek yeni tahakkümler kurup adına “sanat” diyorlar ve bir takım “şey”leri, ticarî işleri de “sanat eseri” olarak tanımlayıp cinayeti, zulmü dokunulmazlık zırhı ile çevrelemek istiyorlar.
Bienalde bir soykırımı işi: Feryat/Cri
Öte yandan, eleştirdiğimiz başka bir “sanatçı” Adel Abdessemed’in fildişlerinden oluşturduğu işi “Cri/Feryat” için İKSV, gerekli izinleri almış mıydı?
Bunun tetkiki için ilgili mercilere başvurularımızı yaptık ancak bu iznin alınmış olması içimizi mi rahatlatmalı?
Bu izin ile sağlanan yasallık zemini, bu işin meşru olduğunu göstermeye yeterli mi sizce? İnsanlık tarihindeki soykırımlar, imha politikaları da çeşitli izinler dâhilinde uygulanmadı mı?
Abdessemed’in bienalde yer bulan bu işi, fil soykırımını güzellemiyor mu?
Kana bulanmış sanat karşısında vandalizm hak olabilir mi?
“Hassasiyetleri anlıyoruz” diyen İKSV’nin belli ki epey kafası karışmış, bu bienal sayesinde benim de epey kafam karıştı.
Ceset parçalarını sergileyen, canlı hayvanları sömürerek teşhir eden ve bahsettiğim işlere “sanat” adı altında yer veren İKSV, üstünden kibir akan, kan kokan işleri, meşru görüyor. Peki bu durum karşısında, vandalizmi meşru gören bazı hayvan özgürlüğü çevrelerinin, bu işleri bertaraf etme ihtimalini İKSV nasıl yorumluyor?
Gerçekleşmemesi gereken çirkin bir eylem tarzı mı, ifade özgürlüğü mü, yoksa “yıkım” konsepti ile de gerçekleştirilebilecek bir sanat işi mi? Ya da bu işlerin, bir sanat performansı ile farklı bir forma dönüştürülmesi, bienalde sergilenen “sanat eseri”ne saldırı gerçekleştirilmesi? Nekrofilik işlere sahip sanatçıların işlerini sahiplenen İKSV, tepkisizliği ile sömürüyü ve cinayeti olumlamış olmuyor mu? Meşrulaştırılan hayvan sömürüsü, cinayeti ve zulmü, neye dayandırılarak hâlâ sergilenebiliyor?
Tepkim sanata ya da bienale değil, buradaki kurumsal şiddete…
Yanılmıyorsam yedi sene önceydi; İstanbul Bienali’ni protesto için, politik çevrelerden tanıdığımız bazı arkadaşlar yine bir eşek kullanmıştı. Aynı şekilde onları da eleştirmiş, onlarla olan ilişkilerimizi gözden geçirmeye karar vermiştik ve sonunda bu arkadaşlar özür dilemişti. Tabii eşek yine sömürüldüğü, metazori bir şekilde taşındığı ile kalmıştı, olan eşeğe olmuştu…
Sanat, protesto ya da tepkinin dışavurumu, yaşam hakkından, beden dokunulmazlığından daha mı önemli, değerli? Bunların cevabını gerçekten merak ediyorum. Geldiğimiz çağda “savaşta her şey mubah” lafı tarihe karıştı, bu lafı edenler de yerden yere vuruluyor artık. Bu laf ortadan kalktı, şimdi sanırım “sanatta her şey mübah” devrine girdik. İKSV’ye göre sanatta her şey mübah mı? Mübah ise savaşta her şeyin mübah olduğu bir dönem sonlanıp “savaş suçu” gibi bir terim nasıl türedi ise, “sanat suçu” diye bir terimin de yakında sayelerinde ortaya çıkacağını İKSV’ye, bienal ekibine ifade etmek isterim.
16. İstanbul Bienali’nin kan, zulüm, cinayet, sömürü içermemesi dileği ile… (BÖ/HK)
* Manşet görseli Adel Abdessemed’in ‘Feryat’ adlı çalışması.