Seçim bitti, partiler ve birçok politik çevre bu seçimin sonuçlarını değerlendirirken ve olası ihtimaller üzerine düşünürken hayvanlar ve doğa yine kapitalist, tahakkümcü, sömürgen çarkların içinde öğütülmeye devam ediyor.
Yazı: Burak Özgüner | Bianet | 13 Haziran 2015
Bir seçimi daha geride bıraktık; şu anki seçim sonuçları ile hâlâ neyin ne olacağı, Türkiye’de neler olacağı, daha ne kadar tüm gündemi meşgul eden bu seçim safsatasının süreceği netleşmiş değil. Seçime giren siyasî partilerden “dört büyükler”in hepsi “biz kazandık” derken ben dönüp baktığımda hiçbir şey kazanmadığımı görüyorum. Hayvan hakları mücadelesi verenler olarak, mevcut koşullarda, kendi gündemimizi yaratmadan kazanabileceğimizi de düşünmüyorum açıkçası.
Bir hayvan özgürlükçü olarak, seçimden önce de seçimde de sonrasında da ezilen bir grup olan hayvanlardan ve alabildiğine sömürülecek bir kaynak hâline indirgenen doğadan yana saf tutan biri olarak benim için hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyorum. İçinde bulunduğumuz sosyal çıkmaz durumundan hayvanların kurtuluşu için her yolu denesek de bu yasama döneminde, mevcut yaklaşımlarla hayvanlar ve doğa için belirgin bir değişim olacağını pek düşünmüyorum. Ayrıca, devletin takvimini ve her türlü gündemi belirleyip herkesin önüne attığı seçim hengamesi ve atmosferi yüzünden, hemen hemen her politik harekette olduğu gibi hayvan hakları/özgürlüğü hareketinin de ister istemez seçime entegre edilmesinden ciddi rahatsızlık duymadım değil… Hayvanlar her saniye katledilirken, katledilenlerin yerine yenileri üretilip koyulurken, akıl almaz her türlü yöntemle doğaya tecavüz edilirken önümüze “seçim” diye bir süreç konuldu; hiçbir şekilde parçası, tarafı olmamamıza rağmen gündem işgali ile bloke edildik. Seçim bitti, partiler ve birçok politik çevre bu seçimin sonuçlarını değerlendirirken ve olası ihtimaller üzerine düşünürken hayvanlar ve doğa yine kapitalist, tahakkümcü, sömürgen çarkların içinde öğütülmeye devam ediyor.
Ben her zaman “hayvanların da, birer özne olarak hayvanları da içine alan bir topyekûn özgürlük tahayyülü olanın da derdi bitmez” derim. Evet, doğumumuzdan beri bizzat içinde olduğumuz bu uygarlık düzeni, iktidar ve tahakküm ilişkileri sonlanmadan sıkıntımız, kolay kolay biteceğe benzemiyor. İlişki içerisinde olduğumuz diğer politik hareketlerdeki arkadaşlarımız bile, bize “hayvanların kurtuluşundan önce halledilmesi gereken tonla mesele var” dediğinde bu aslında şu kapıya çıkıyor: Acılarla, sistematik bir şekilde hayvanlara yaşatılanlarla başka olayların arasında bir hiyerarşik ilişki kurmak, aslında “hepimiz”i rahatsız eden olayları odağa koyarak hayvanlara yaşatılanları ötelemek…
Adaletsizlik, hak gaspları karşısında omuz omuza, yan yana durduğumuz, bir takım şeyleri tartıştığımız arkadaşlarımız bile ısrarla, yıllardan beri âdeta perçinlenmiş bir statükoyu ısrarla terk etmek istemiyor ama aynı arkadaşlarımız özgürleşme için başkalarına öğretilmiş, “tek doğru” olarak lanse edilmiş bilgilerin yıkılması gerekliliğinden bahsederken bizlerin, teşhir etmek, her yolu kullanarak azaltmak, sonlandırmak için kendimizi parçaladığımız hayvanlara yönelik sistematik zulmü, soykırımı görmezden geliyor. Ben, bunu ister istemez bir seçim olarak değerlendiriyorum, yanımdakinin, aynı etnik kökene sahip olduğum ya da kan bağıyla bağlı olduğum insanın, arkadaşımın muzdarip olduğu derdini odağa koyup başkalarının derdini görmezden gelebilmek bana göre bir şey değil.
Uygarlık karşıtı bir arkadaşım, hayvan özgürlüğünü tartıştığımız bir etkinlikte tecavüzün neden tamamen karşısında durduğumuzu söyledikten sonra hayvanlara yaşatılanlara bir gönderme yapmıştı: İnsanlar sürekli olarak tecavüze uğrayıp kendi rızaları dışında üretilip annelerinden kopartılıp hücre gibi yerlerde yetiştirilip birkaç ay sonra da mezbahalara gönderilip gırtlaklanmıyor, vücudu parçalara ayrılıp kasaplarda, vitrinlerde kolu, bacağı sergilenmiyor, satılmıyor; çöp şişlere geçirilip ocak başlarında etleri servis edilmiyor… Tecavüz, tecavüzdür; cinayet de cinayettir. Tecavüzü ya da cinayeti meşru kılan düşünce yapısına karşı çıkarken hayvanlara uygulanan sistematik tecavüz her nedense politik birçok insanı rahatsız etmiyor. Herhangi bir mezbaha videosunu tesadüfen izleyen kimi arkadaşlarımız ise “sizde de nasıl bir yürek var, bu kadar feci olaylarla uğraşabiliyorsunuz” deyip rahatsızlığını dile getirdikten sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edebiliyor. Kimsenin yüreğini burada sorgulamıyorum ama eğer her eylemde “kurtuluş yok tek başına…” sloganları hâlâ atılıyorsa ve o kurtuluş bir türlü gelmek bilmiyorsa insanların kendilerini biraz sorgulamasının zamanı gelmedi mi diye bir soru da aklıma takılmıyor değil…
Üstelik verdiğimiz mücadele, kanunlar nezdinde de oldukça zor, kanun yoluyla zorbalığın uygulandığı bir alanda mücadele veriyoruz. Birçok kesim tarafından görmezden gelinen hayvanlara uygulanan her türlü hak gasbı, devletlerin çıkartmış olduğu mevzuat ile tamamen meşrulaştırılmış durumda. Devlete ve toplumun neredeyse tamamına yakınını kapsayan egemen kesimlere göre son derece meşru bir zeminde hakları gasp edilen, tecavüze uğrayan, katledilen, zorunlu göce tâbi tutulan, soykırıma uğratılan hayvanlar ve onların hakları için verdiğimiz mücadele, oldukça yalnız bırakılmış, bir avuç insanın çabalarıyla gidiyor. Her ortamda, insanlardan hiçbir farkı olmayan hayvanlara yaşatılanların aslında ne kadar sistematik ve planlı olduğunu, bu konudaki devlet politikalarına baktığımızda, bizzat tanık olduğumuz ve duyduğumuz toplumsal şiddet ve linç hikâyelerini göz önünde bulundurduğumuzda bu mevzunun ne kadar politik olduğu, yadsınamayacak bir gerçeklik olarak önümüze çıkıyor.
Politik çevrelerimizdeki arkadaşlarımız istediği kadar görmezden gelse de samimiyetleri her daim sorgulanmaya açık olan siyasî partilerin bile seçim malzemesi hâline gelmiş durumda hayvan hakları. Zaten özünde de hayvanlara yaşatılanların geçmişte yaşanan, asla unutamayacağımız olaylarla o kadar çok benzerliği var ki…
Bugüne dek bu coğrafyada ve tüm dünyada yaşanan, devletlerin ve sermayenin sebep olduğu ne kadar toplu katliam, işkence vb. pratik varsa hepsi hayvanlara da yaşatıldı, hatta kimsenin umrunda olmadığı, sorgulanmadığı için çok daha beterlerini yaşadı, yaşıyor hayvanlar…
Benim için İstanbul’un sokak köpeklerinin toplanarak Hayırsızada’ya tehcir edilmesi, açlıktan kırdırılması örneğine zemin sağlayan zihniyetin devamında olduğu gibi Türkiye’de sokak hayvanlarına yaşatılanlar ne ise halklara yaşatılanlar da o: 1915’te bütün Anadolu’da, 1914’den 1923’e Karadeniz’de ve Ege’de, 1926’dan 1930’a Ağrı’da, 1934’te Trakya’da, 1938’de Dersim’de, 1955’te İstanbul’da, 1978’de Maraş’ta, 1980’de Çorum’da, 1993’te Sivas’ta… Tıpkı 1864’te Rusya’da Çerkesler; 1. Dünya Savaşı’nda dünyanın dört bir yanında devletler tarafından harcanan halklar; 2. Dünya Savaşı’nda Yahudiler, Romanlar ve eşcinseller; 1988’de Halepçe’de Kürtler, Sumqayıt’ta Azeriler ve Ermeniler; 1993’de Hocalı’da Azeriler, Almanya Solingen’de Türkler; 1995’te Srebrenitsa’da Boşnakların ve daha birçok yerde birçok halkın, bizzat devletlerce, egemen halkın da desteğiyle kırıma uğratılmasında olduğu gibi… Ortadoğu’da ise bitmek bilmeyen ve bizzat devletlerce sürekli alevlendirilen savaşta binlerce Ezidi, Kürt, Süryani, Türkmen ve ırkı ne olursa olsun birçok insan katledilmeye devam ediliyor. Devletlerin, iktidar ilişkilerinin sebep olduğu tüm bu kıyımlarda milyonlarca hayvan da hayatını kaybetti ancak bunların sayısının bilinmesi bir yana hiçbirisi anılmıyor bile…
Türkiye’de her dakika yaşanan ve kimsenin kılını kıpırdatmadığı hayvanlara yönelik linç olayları ne ise farklı kimliklere uygulananlar da aynı benim için…
Hayvana linç demişken sokak hayvanlarına uygulanan linç olaylarından farklı olarak geçen sene Samsun’da avcılardan kaçarak şehre inen yaban domuzuna yapılanlar geliyor hemen aklıma… Geçtiğimiz senelerde Hocalı Katliamı’nı anmak iddiasıyla düzenlenen mitingde faşizme, ırkçılığa, Hrant Dink’in katillerine methiyeler düzülerek, Ermenilerin üzerine nefretin kusulması; 2010 yılında Manisa Selendi’de linç edilmek istenen Romanların zorunlu göce tâbi tutulması; 2011’de Tokat’ta, 2012’de Kütahya’da Kürt işçilerin linç edilmek istenmesi, çadırlarının yakılması; Van depreminin ardından medyada hâkim olan nefret söylemleri, Van’da görev yapan polis memurlarının depremzedelere sarfettiği ırkçı söylemler; Avcılar Meis sitesinde lince maruz kalan ve ikâmetgahlarından çıkmak zorunda bırakılan translar, Roboskî’de savaş uçakları ile bombalanan 34 Kürt vatandaşın katledilmesinin ardından gelen nefret söylemleri ve “kaçakçı mı, terörist mi” tartışmaları ile gölgelenen katliam karşısında oluşan tepkisizlik, Newroz’da Zeytinburnu’nda ve Suriçi’nde toplanan ırkçı-faşist grupların, polis saldırısından kaçan onlarca insanı bıçaklaması ve linç girişimleri, atılan “Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz” sloganları, daha birkaç hafta önce Trabzon’daki maçta Batman Belediyespor’dan kadın sporcuların ırkçı tezahüratlarla linç edilmesi, anadillerini konuştuğu için sokak ortasında linç edilen, öldürülen insanlar ve daha sayamadığımız birçok elim hadise…
Taksi şoförü tarafından Ermeni olduğu anlaşılınca taksiden tekme tokat atılan kadının hikâyesi ile Türkiye’nin dört bir yanında hayvanların yaşamını idame ettirmesini kolaylaştıran, onları besleyen, kollayan insanların hikâyesi de aynı, arada hiçbir fark yok benim için. Her gün taciz, hakaret, toplumsal şiddet, yalnızlaştırma… Geçtiğimiz sene bir haber düşmüştü medyaya; bir adam, sokak hayvanlarını beslediği için bir kadına kızmış ve sinir krizi geçirerek onu bıçakla rehin almıştı…
Türk olmayan ve otoritelerce “azınlık” olarak tanımlanan halkların mallarının planlı bir şekilde gasp edilmesinden ayıracak olursak, özelde, tam 32 sene önce Ermeni yetimhanesi Kamp Armen’e el koyan, geçtiğimiz ay da kampın yıkılmasını izleyen aynı devlet, 2000’li yılların başında bir hayvan koruma derneğinin kendi mülkü üzerindeki barınağa toplam beş belediye ile baskın yapmış; barınağın çevresinde zamanla yükselen sitelerin arasında kalan bu özel barınakta yıllardır yaşayan sokak köpeklerini binbir eziyetle, zorla kamyon kasalarına doldurarak bilinmeze göndermiş ve barınağı da yıkmak istemişti. Daha iki üç ay önce ise, Çankaya Belediyesi, içinde yavru kediler olduğunu bile bile yıllardır Roman ailelerin yaşadığı gecekonduyu yerle bir etti…
Geçtiğimiz hafta 532. kez buluşan Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın yıllardır akıbetlerini sorduğu, devletin kaçırarak kaybettiği insanlara uygulananlar, her gün Türkiye’de sokak köpeklerine de uygulanıyor. 80 darbesi döneminde, sıkıyönetim komutanlıklarının emirleriyle yüz bine yakın sokak hayvanının katledildiği ise bilinen bir gerçek… Şimdi de yol ortasında gezerken devletçe kaçırılan sokak köpekleri, bilinmeze gönderiliyor, hayatta kalanların orası burası biçildikten sonra çok büyük bir çoğunluğu ıssız ormanlara sürgün ediliyor, ölenler ise toplu mezarlara atılıyor. İstanbul’da 1996’da Habitat zirvesinde, 2010 Kültür Başkenti sürecinde sokak hayvanları, sokak çocukları hangi zihniyetle ortadan kaldırıldıysa Azerbaycan’daki sokak hayvanları, evsizler de 2012 Eurovision’unda ve 2015 Avrupa Oyunları öncesinde ortadan kaldırıldı; hayvanlar için kaybetme, soykırım devam ediyor…
Devletin ana akım medya başta olmak üzere tüm propaganda araçlarıyla hafızasızlaştırdığı, iktidarın kendi suretinde yarattığı bu katliamları, kanıksamış toplum imgesinin aksine, biz hayvan özgürlükçüleri olarak unutmuyoruz. Roboskî katliamını, dönemin İçişleri Bakanı’nca “hata” olarak tanımlanan ve altı aylık Solin bebeğin de aralarında olduğu birçok kişinin bombalanarak öldürüldüğü Ranya katliamını; Türkiye’nin sebep olduğu diğer katliamları da unutamadığımız gibi hastalık şüphesi gerekçe gösterilerek devletin bir günde katlettiği Hasdal Barınağı’ndaki 70’e yakın yavru köpeği ve Bandırma Barınağı’ndaki 280 köpeği de unutamıyoruz…
Kentsel dönüşüm diye ağızları sulanan hükûmet yetkililerinin, inşaat firmalarının yerinden ettiği Sulukule, Tarlabaşı ve tüm mahallelerde insanlarla birlikte hayvanlar da mahallelerinden sürüldü, yıllardır yaşadığı yeri bırakmayan hayvanlar ise insansızlaştırılan mahallelerde ya açlıktan öldü ya da tepesine bir dozerle inen beton parçasının altında can verdi…
Tüm bu mezalimin dışında, mezbahaların içini belki insanlar bilmiyordur, ondan bu kadar tepkisizdirler diye mezbahalara gittik, oralarda çekimler yapıp hayvanların nasıl gırtlaklandığını, ölüme gönderildiğini teşhir ettik, bu zulmün tamamını görünür kıldık ama özne insan olduğunda oldukça politik olan insanlar için bu zulüm, yine kâfi gelmedi… Deney laboratuvarlarında sırf insanlık gelişsin, medeniyetin biriciklerinden olan bilim ilerlesin diye her gün kumaş gibi kesilip biçilen, planlı bir şekilde kanser edilen, ruh hastası edilen hayvanlardan bahsettik, yine politik çevrelerimizi bir türlü harekete geçiremedik… İnsanlar hoş vakit geçirsin, eğlensin diye kafeslere tıkılıp kilometrelerce yol yaptırılan, eğitimlerinde her türlü işkenceyi gören hayvanların tutsak edildiği sirkler yasaklansın dedik, yine kimse harekete geçmedi… Ta Japonya’dan koparılıp getirilen, asıl yaşam alanları uçsuz bucaksız denizler, okyanuslar olan yunusların yeri, küçücük havuzlar değil dedik, gelen tepkiler “ah vah”tan öteye yine geçmedi… Yıl olmuş 2015, faytonlarda sadece Adalar’da sömürülen 400’den fazla at yaşamını yitiriyor, bu zulüm artık sonlanmalı dedik; bazıları çıkıp ama kentin “nostaljik” güzelliği, en azından iyi bakılsın da öyle sömürülsün dedi… Bir zamanlar “köle” insanların sergilendiği “ucube”, “köle pazarları” vardı, artık bunlar kalmadı, bunların yerini hayvanat bahçeleri aldı, hayvanlar doğal ortamlarına göre daracık mekânlarda esir ediliyor, durumları çok kötü dedik; ama çocuklarımız hayvanları nasıl tanıyacak denildi… Hayvanlar ufalanıp öğütülürken, canlı yaşamı tüketilebilir, harcanabilir kılınmışken bize “Aa, süt niye içmiyorsunuz ki, bal niye tüketmiyorsunuz?” soruları gelmeye devam ediyor, artık dillendirmekten imtina ettiğimiz vegan olma durumumuz, bu kişisel politik duruşumuz, hemen hemen her ortamında “gündem malzemesi” yapılıyor, kötü niyetle ya da iyi niyetle ancak bunu bir kimlik olarak üzerine almayıp sadece kişisel bir politik duruş olarak tanımlayıp bu yaşam tarzını seçenler gibi ben de bu durumdan rahatsızlık hissediyorum. Yeryüzünün tüm bileşenlerini mağdur eden sistem hakkında yeterince blgisi olan arkadaşlarımız, her gün tecavüze, işkenceye, soykırıma tâbi tutulan hayvanların yaşadıklarını, umarım sadece arkadaşlarının veganlığı üzerinden merakla yönlendirdikleri sorular üzerinden, soykırıma karşı verdiğimiz bu mücadeleyi sınırlandırmıyordur…
Yine seçimlere dönecek olursak, her seçim döneminde olduğu gibi, bu seçimde de bir taraf olmadık. Şahsen seçimle bir şeyin değişeceğini düşünmeyen, demokrasinin bir yalandan ibaret olduğunu, her zaman olduğu gibi çoğunluğun azınlığa tahakküm aracı olduğunu düşünen birisi olarak, hayvanların, doğanın tüketilebilirliğinin ya da hangi kurallar dâhilinde sömürüleceğini tartışan bir politik zeminde kendime bir yer bulamıyorum. İnsanlara özgürlük isterken, sırf insandan farklı oldukları için -ki egemen kesimlerce dillendirilen bu farklılık da oldukça göreceli ve tartışılması gerekir- her türlü zulmün, kendilerine reva görüldüğü hayvanlar için, “enerji de enerji” diye büyük bir uygarlık yalanıyla talan, işgal ve tecavüz edilen doğa için özgürlük istememek ne derece samimi bir davranış?.. Bugün hayvanlar için özgürlüğe gerek duymayanlar, yine bugün kadınlara, eşcinsellere, engellilere, çocuklara, yaşlılara, aklınıza gelebilecek her türlü topluluğa ya da gruba, bireye özgürlük istemeyebilir, bu çok doğal. Topyekûn özgürlüğün olmadığı bir dünya da esarete, zulme, kısıtlamalara mahkûm olacaktır diye düşünüyorum.
Yine, seçim üzerinden giden tartışmalarda, ister istemez dışarıda kalanlar olarak -ki bundan bir rahatsızlık duymuyorum- özne hayvan ve doğa olduğunda siyasî partilerin hiçbir farkının olmadığını görüyoruz. Geçtiğimiz dönemde, hayvanlara yönelik zulüm örneklerinde birçok siyasî isim ile görüşmek zorunda kalmış bir insan olarak şunları belirtmekte de fayda var diye düşünüyorum:
Dersim Pülümür’de 36 sokak köpeği CHP’li belediye tarafından toplanarak çöp kamyonuna tıkılmış ve Erzurum’a gönderilmek istenmişti. Konudan haberdar olur olmaz CHP’nin Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba’ya ulaşıp bu durumu engellemesini istemiştik. Ağbaba, belediyenin imkânı olmadığı için böyle bir uygulama yapıldığını, hayvanların yola çıktığını belirtmiş, daha sonra da sağ salim köpeklerin Dersim’den Erzurum’a vardığını açıklamıştı. Ağbaba, daha sonra Hugo Chávez’in “Ülkemdeki bütün çocuklar et yediğinde, gönül rahatlığıyla yemek yiyebileceğim” sözünü hatırlatarak Chávez’in önünde saygıyla eğildiğini twit’lemişti. Ben, hiçbir şeyden habersiz çocuklara yedirilen zulmün ve hiçbir şeyden habersiz hayvanlara tecavüz edip onları hapseden, günü geldiğinde de gırtlaklayan et endüstrisinin olumlanması önünde saygıyla eğilemiyorum.
Neticede o etler, gökten yağmıyor; bir zamanlar canlı olan, duyguları, hisleri, bilinci olan hayvanların uzuvları, ceset parçaları o etler… Hâlâ o etlerin gökten yağdığının düşünülmesi bilincine, illüzyonuna karşılık, 2012’de İstanbul’daki Balkanlar’ın en büyük mezbahasında çektiğimiz görüntüleri paylaşmak istiyorum. Yoksulluğun et yiyebilirlik üzerinden tanımlanması, buna indirgenmesi apayrı bir düşünce yapısına işaret ediyor…
Geçen sene, Urfa Siverek’te yazın çatlayıncaya kadar sömürülen, kış geldiğinde de bakımı külfet geldiği için sokağa salınan ve sokak ortasında bıçaklanan, gözleri oyulan, kasten üzerlerine araç sürülerek sakat bırakılan eşeklerin haberini almamız üzerine, HDP’nin Urfa Milletvekili İbrahim Binici’yi arayarak kendisinden destek bekledik. Kendisinden aldığımız cevap “bu bölgede insanlar ölüyor, ne eşeği, başka konu mu kalmadı” oldu. Binici’nin bu cevabını, çok büyük bir çoğunluğu Kürt halkı ile yan yana duran, Kürtlere yaşatılanlara tanık oldukça çılgına dönen hayvan özgürlüğü hareketine edilmiş bir küfür olarak görüyorum ben şahsen…
Yine geçtiğimiz sene, meclis genel kuruluna inmek için komisyonda bekleyen Hayvanları Koruma Kanunu değişikliği ile ilgili yasa tasarısı için meclisteydik. Komisyon toplantıları, bizler ve komisyon üyeleri arasında kıran kırana geçmişti. Komisyon toplantılarında, hayvan laboratuvarlarındaki manzarayı içeren fotoğrafları vekillerin önüne koyduğumuzda vekillerin çoğu kafasını çevirmiş, bu akıl almaz zulüm ile yüzleşmek istememişti. Komisyonda hayvan deneyleri tartışılırken AKP’den alt komisyon başkanı Selçuk Özdağ’ın, hayvan deneylerinin ülke menfaati için gerekli olduğu beyanını, zulümden yana saf tuttuğunu da unutmuş değiliz. Hayvan tecavüzcülerinin hayvan edinmesini men eden madde önergesinin ve diğer hayvanlar lehine olan tüm madde önergelerinin AKP’li vekillerin oy çokluğu ile reddedilmesini de unutmadık. AKP hükûmeti döneminde, AKP’li Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun projesi olan “sokakta hayvan kalmayacak” beyanı ile start verilen, hayvanların başına bela olan hayvan toplama kamplarını da unutmadık. Aynı bakanın, HES’ler için Türkiye’nin “olmazsa olmaz” yakıştırmasını da AKP hükûmeti döneminde projesine imza atılan, onay verilen her enerji santrali, maden tetkik ve sondaj çalışması ve doğaya, yaşama düşman mega projelerle kaç hayvanın yerinden yurdundan edildiğini, katledildiğini de unutmadık. AKP’li Mehmet Metiner’in son dakika madde önergesiyle birer zulüm merkezi olan yunus parklarının ve hayvanlı sirklerin yasaklanmasını nasıl engellediğini de unutmuş değiliz.
Faşist MHP’nin hayvan düşmanı söylemlerini, MHP’li yerel yönetimlerin hayvana düşman uygulamalarını, yasa tasarısı sürecinde AKP ile yaptıkları işbirliğini, MHP’li vekil Lütfü Türkkan’ın hayvan haklarını yok sayan söylemlerini, hayvan hakları savunucularına hakaretlerini unutmadığımız gibi meclis kürsüsünden, partisi fark etmeksizin birçok vekilce sarf edilen hayvanları aşağılayan türcü ifadeleri de unutmadık.
Hayvan hakları mücadelesi verirken sürekli iletişim hâlinde olduğumuz ve her fırsatta “hayvan haklarına duyarlıyız, ekolojik partiyiz” söylemlerini ortaya atan HDP’nin eş genel başkanı Selahattin Demirtaş’ın seçim kampanyası döneminde bisikletten inip faytona binişini, vekillikten istifa ederek şimdi Diyarbakır Belediye Başkanı olan HDP’li Gültan Kışanak’ın Roboskî katliamından bahsederken “Yok mu sizin insanlığınız” diye meclis kürsüsünden konuşma yaparken “sanki sinek ölmüş, sanki iki tane tavuk ölmüş gibi” söylemini de unutmadık.
Seçim propagandasında, katlanılması zor gürültü eşliğinde sahneden uçurulan beyaz güvercinleri unutmadığımız gibi, HDP’ye yakınlığı ile bilinen, bağımsız Ahmet Türk’ün belediye başkanı olduğu Mardin’de, sokaklardan toplanılarak adına barınak denen işkencehaneye hapsedilen ve açlıktan birbirini yiyen köpekleri de unutmadık.
Üzerinden tam 1259 gün geçmesine rağmen katillerin ve onların arkasındakilerin hesap vermesi için kılını kıpırdatmayan devletin sebep olduğu, ölene kadar unutamayacağım Roboskî katliamından sonra TSK askerinin katlettiği, kurşuna dizdiği katırlar için, HDP’nin ne gibi icraatlarda bulunduğunu da merak ediyorum. HDP’li Silopi Belediyesi zabıtalarının, özgür dolaşan bir ineğin tepesine zabıtalarını bindirip cadde ortasında ineği nasıl gırtlakladığını da unutmuş değiliz.
Bu örnekler, bu yazıyı yazarken aklıma gelenler sadece… Geçtiğimiz yasama döneminde uğraştığımız vakaların çeşitliliğinin dökümünü burada yapamıyorum maalesef. Çok da bilmek isteyeceğinizi düşünmüyorum. Yine aynı şeyi diyeceğim: Özne hayvan, doğa olduğunda en “dost” gözüken siyasî partinin yaklaşımında bile ne yazık ki bir fark olmuyor. Hayvanlar da doğa da bizzat sistemin bir parçası olan bu siyasî partilerin insanmerkezci söylem ve eylemleri ile katledilmeye, yapılan bu katliamlar da parlamentodaki ceylan derisi koltuklarda oturan milletvekillerinin kabul etmesiyle yürürlüğe koyulan mevzuatça meşrulaştırılmaya devam ediyor.
Tüm siyasî partiler, hukuk devleti ilkesi diye kendini parçalarken siyasî parti fark etmeksizin tüm yerel yönetimler hayvanlar lehine olan mevzuat hükümlerini uygulamamak için var gücüyle direniyor. İster istemez bu siyasî partilerin, hukukun sadece kendileri için işler olmasını dilediği sonucunu çıkarıyorum.
Yaşanan tüm acılara sebep olan zihniyete baktığımızda, aynı tahakkümcü sisteme dâhil olmuş olan bireylerin, grupların bir takım acıları değersizleştirdiğini, yok saydığını görüyoruz. Belki kimi anarşistler, anti-otoriterler, hayvan özgürlükçüler ve ekolojistler, AKP belasından kurtulmak, Kürtlerle dayanışmak göstermek için ya da kendilerince farklı sebeplerle HDP’ye oy vermiş olsa da yukarıda saydığım örneklerin temelini oluşturan, yok sayan, öteleyen, yaşanan acılar arasında hiyerarşik ilişkiler kuran, iktidar ilişkilerini sorgulamayan bir zemin ile topyekûn özgürlük tahayyüllerine yaklaşılabilmesi bana çok mümkün gözükmüyor.
Her daim hakları gasp edilen hayvanlar için çabalayan bize de bildiğimizi okuyup acılar arasında hiçbir hiyerarşi kurmadan, her türlü mücadele yöntemini deneyip mümkün olduğunca, insan-hayvan demeden ezilenlerle, ötelenenlerle dayanışmaya devam etmekten başka bir yol kalmıyor. Çok umudum olmasa da yan yana durdukça belki ötekinin, berikinin derdini biraz daha önemsemeye, daha çok dayanışma göstermeye, dayanışmanın altını doldurmaya biraz daha yaklaşabileceğimizi düşünerek kendimiz için olduğu gibi hayvanlar için de topyekûn bir toplumsal özgürlük arayışına, hayvanların sahip olduğu haklar teslim edilene kadar, iktidardan öcü gibi korkarak ve ona şiddetle karşı çıkarak, parlamenter sistemden medet ummayarak, kendi ilkelerimizle, özörgütlülüğümüzle ve artık kendi gündemimizi yaratarak mücadelemize devam edeceğiz.
Bizim kazanmadığımız önümüzdeki bu yeni yasama döneminde, insanları, hayvanları ve doğayı ilgilendiren tüm konularda yaşamdan yana saf tutmak için her türlü yolu denemeye, bu dönemde de iktidarla, hükûmetle, devletle, sermayeyle mücadele ettiğimiz kadar bilinçli ya da bilinçsiz olarak iktidar ve tahakküm ilişkilerini güçlendiren, bizzat üreten tüm siyasî parti ve oluşumlarla da mücadele etmeye devam edeceğiz. (BÖ/HK)